Boğaz köprüsü düz değildir

aynı hayat gibi eğridir.

nedense üzerinden geçerken her daim bir garip olur içim. bazen otobüsün camından giren karadeniz soğuğunun damarıma işlemesi yüzünden, bazen de nice yaşamların boşluğa düştüğü bu taş yapının haşmetinden..

sorarım kendime o anlarda.

kolay mı bu kadar seni geçmişine bağlayan o trabzanı bırakabilmek; hayatın bittiği o karanlık yere düşebilme cesaretini göstermek? işte tam o anda sanki denizdeki onlarca ruhtan biri kalkıp şu cümleleri sarfeder;

“kıçını koyduğun o sıcak otobüste, oturduğun yerden konuşmak ne kadar kolaysa bu da o kadar kolay bacım..”

aniden utanırım kendimden bu gereksiz yargım için. köprünün çıkışına yaklaşmadan önce üstünkörü empati kurmaya başlarım; ailemin, okulumun, işimin, sevdiğimin olmadığı bir panorama. başrolde de, buralarda yeri gelince saçmalayıp yeri gelince içini döken ben..

ne yapardım ben tanrım?

katlanır mıydım hayatın beni sürekli dürtüklemesine; sürekli beni boka batırıp çıkarmasına? yoksa o buz tutmuş trabzanlara elimi attığımda bütün görüş alanım kararmış bir halde korkusuzca ölüme mi atlardım o diğerlerinin de yaptığı gibi?

ya da küçücük bir umutla yaşamaya devam etmek isteyip trabzanların iç tarafına çökerek sabaha kadar ağlar mıydım? belki sigaram eşlik ederdi bu vahim tabloda bana. ve şafak sökerken ilk taksiyi çevirip sıcak evime dönerdim, olur muydu olurdu; belki de geleceğimi planlamaya ve hayatın silahlarını bertaraf etmeye başlardım?

yoksa köprünün kenarından sarkarken aşağı baktığım o soğuk ve sonsuz dakikalarda karanlığın cazibesine mi kapılırdım? o anda belki de hiçliğin çekiciliği beni kollarına alırdı. umutlarımı, geçmişimi ve olası geleceğimi de alıp koynuna girerdim o derin karanlık ve soğuğun.

ama aniden ayakta kalmış yaşlı bir amcayı farkederim ne zaman böyle düşünsem; bu anda “o yaşa kadar nasıl yaşadın be babam..” derim içimden. tembelce kalkar ve yer veririm. hayatıma dair düşüncelere dalma işlemine en yakın cam kenarında devam ederim.

böyle de gider bu..

Hiç yorum yok: