Martılarla ilişkiler



utanmadan peynir yerdim ben bir zamanlar..

hatta “peynirli” diye aldığım poğaçaların haddi hesabı yoktu. oysa içindeki şey peynirden başka herşeye benzerdi.

daha gün gibi hatırlarım yahu.

eminönü iskelesi’nden kadıköy’e geçmek için bindiğim vapurda çoktan soğumuş bir poğaça taşırdım yanımda daima. artık bir şekilde aklıma kazıdığım o standart desenli pastane kağıtlarından birine sarılmıştı yine. ayazın şiddetine göre içeride ya da dışarıda oturup bir bardak çay ile tüketirdim peynirli poğaçamı.

oysa peynirli değildi hiçbir zaman.

biliyordum, emindim.. çünkü yarısına geldiğimde ısıra ısıra kesit alınmış yüzeye şöyle bir göz atardım. “tadı tuzu peynire benzemeyen şu besinin tadına bir de martılarım baksın.” der atardım denize.

genelde oralı olmazdı martılar, ki anlam veremedim hiçbir zaman şu zamane martılarındaki bu afra tafralara ve lüks yemek merakına. “iskender at alo” diyen martının başrolü oynadığı kabuslarımı mı anlatayım, “bacım peynirsiz tarafından at” dediğini sandığım martıları mı..

tek bir şey vardı aslında o anda.

o “peynir” bile diyemediğim şey üzerine kurgular yaparak geçirdiğim mizah ağırlıklı on-onbeş dakika boyunca, o gün içimde bir kuruntu haline gelmiş olan onlarca detaydan arınır ve rahatlardım bir şekilde.

belki mideme iyi gelmezdi o ekşimik parçası, ama ruhuma iyi geldiği kesindi.

Hiç yorum yok: