Sigaranın eşsiz faydaları.

sigaranın zararlı olduğunu söyleyenleri her yerde görebilirsiniz. televizyonlarda, ilanlarda, gazetelerde; hatta sigaraların bizzat üzerindeki o kağıtta.

fakat gözünüz korkmasın, sigaranın sayamayacağımız kadar çok yararı vardır. üstüne üstlük bu faydalar, isviçreli birkaç bilim adamı tarafından da kanıtlanmıştır. ayrıca kendilerinden edindiğim son bilgilere göre, hakkında o kadar karalama kampanyaları çıkardığımız sigaranın aslında ne derece yararlı olduğunu bilmek her vatandaşın bir yükümlülüğü olup gerekli hassasiyeti göstermeyenler hakkında psikolojik işlem başlatılacakmış.

aman aman diyoruz ve öfkeli kalabalığın gazabını şu güzel akşam saatinde tatmamak maksadıyla sözü bana bırakıyoruz..

bildiğiniz gibi sigara gayet ucuz bir üründür. iki günde bir paket bitirirdiğinizi varsayarsak, ayda 100 ytl’ye yakın masraf yaptığınızı göreceksiniz. oldukça minimal bir rakam. cebinize kesinlikle dokunacağını sanmıyorum, değil mi?

buna ek olarak nefes alma zorluğunuza iyi geldiği de kanıtlanmıştır. sigara içtikçe soluk borunuz açılır ve sağlıklı bir yaşam sürersiniz. rahat nefes alabilmenin konforunu da kimse inkar edemez. hatta çocuklar arasında sık sık yapılan nefes tutma yarışmalarında en uzun süre ile siz bile kazanabilirsiniz, o derece.

üstelik rahatça nefes alırken bir yandan da diş bakımınız yapılır..

isviçreli kedilere göre sigaranın içindeki toksik maddeler dişleri beyazlaştırırmış. haliyle siz de çevrenize fosforik gülüşler saçarak karşı cins ile atraksiyonlara girebilir ve bekarete veda edebilirsiniz. evlendikten sonrası mı? evet, sigaranın cinsel yaşamı olumlu etkilediğini de eklemezsem kendimi bir facebook faresi sayarım, affetmem.

gözüme çarpan bir garip nüans daha var; sigara içen kişiler toplu taşıma araçlarında ve resmi dairelerde adeta el üstünde tutuluyorlar. önlerine türlü dünya zevkleri sunuluyor ve bir anda ilgi odağı oluyorlar.

anlayacağınız, sosyal hayatınız kesinlikle düzene giriyor ve hem aşkta hem kumarda kazanıyorsunuz. öfkeli kalabalık bunu nasıl başardığınızı merak ederken siz patavatsızca “bakmayınız bana, ne bu cürrrret mösyölar?” diyerek köşegen bir duman halkası üflüyorsunuz. deneyimlemeniz gereken bir tecrübe kesinlikle..

gelelim hayat konusuna. ilginç bir dünyada yaşıyoruz, güneş doğuyor, insanlar uyuyor, rüzgarlar esiyor vesaire.. bu derece ilginç şeylerin olduğu bir dünyayı kolayca terk etmek ister miydiniz?

istemezdiniz. çünkü hayat kısa, bunu biliyorsunuz.

fakat sigara içerek ömrünüzü uzatabilirsiniz.. bunu ben söylemiyorum, ukalalık olarak algılamayın, kenyalı bilim adamları söylüyor. uzun bir yaşamın getirileri ise sayılamayacak kadar çoktur.

mesela ip atlayabilir, seksek oynayabilir, ya da uyuyabilirsiniz. pek tavsiye etmem, ben genelde halının desenlerini izlemeyi ya da yürürken kaldırım taşlarını saymayı tercih ederdim.

aslında ip atlamanın mantığını hiç anlamadım ben.



















+gülümseyin çekiyorum.

-hırk hırk.


Bob Ross gibi yaşamak.

çalar saat..

bağımlısı olmuşuz sahiden de bu arkadaşın.. kendisi, yoğun günlük temponun verdiği uyuşukluğu atmak için başvurduğumuz biricik hobilerimiz olan uykuların en tatlı yerlerinde sanki bir kedi görmüş tweety gibi öterken; randevulara yetişmek zorunda olduğunuz günlerde daima sükunet içinde oluyor.

neyse ki o gün ne randevum vardı ne de tembelliğim üzerimdeydi..

sabahın soğuğunda yorganı üzerimden atma cesaretini nasıl bulmuşum hala da emin değilim. dahası, buz gibi suyu yüzüme ne gibi bir medeni cesaretle çarptığımı bile hatırlamıyorum.

çeşmeden yeni çıkmış ellerim üşüme eyleminin dibine vurmuş. ayaklarımın da onlardan aşağı kalır yanı yok. "o değil de, bir peluş terlik vardı." diye düşünüyorum ayaklarım adına; kimbilir hangi kedimin koynunda kendisi o anda, onu artık tahmin edemiyorum.

bu düşünceleri yanıma alarak iki lokma atıştırma telaşesiyle mutfağın yollarına düşüyorum. ve işte sabah soğuğunun beynime ulaştığı an; çöp bidonunun yanındaki gölgeli yere bakarak "belki şurada küçük bir soba vardır?" diyorum..

garip bir şekilde sıcaklık geliyor bünyeme. hayır bedenime falan değil, daha da derinlere.

ve van dayk renkli fıstık ezmesini tükettikten sonra bir süre kendimi nadasa bırakıyorum.

--

dışarı çıkıyorum akşam üzeri.

sokağa çıkar çıkmaz kendimi bir arbedenin arasında buluyorum. vuran vurana, kıran kırana böyle.. dava nedir, kötü adam kimdir; hiçbir bilgim yok. figüranların pantolonları ayak izi kataloğu gibi. kimisinin alnı kimisinin kolu yarılmış. aniden guernica geliyor aklıma, o unutulmaz kaos sahnesi..

hemen farklı oksijen arayışlarına yöneliyorum. "belki şurada biraz akıl vardır; yalnız da değil üstelik. fikri de gelmiş şuraya." diyorum ve olmayan fırçamı kalabalığa doğru sallıyorum.

bir süre sonra da kendimi prusya mavisi dalgaların uçuşarak paltomu okşadığı beşiktaş sahilinde yürürken buluyorum. bir tane "ehe ehe ben sigarayı bıraktım" sigarası yakıyorum, ciğerlerimi van dayk kahverengine boyuyorum hala ısrarla.

ama çok soğuk..

hemen spatula darbelerimin tek hamlesiyle bir şömine çiziveriyorum ısıya hasret kalmış bünyem için; "şurada isteksizce yanan zarif bir şömine var.."

ve dananın kuyruğunu yolarmışçasına kopardığım o dengesiz an..

"hatta şurada güneş de var anasını satayım" diyorum. "istanbul'umun üzerine altta kalanın canı çıksın mantalitesiyle çullanan şu gri bulut güruhunun arasından sırıtıyor."

devamı da geliyor tabi, kaçar mı fırsatçı zekamızdan.. bir anda istanbul'u post-punk havasında ütopik bir şehre çeviriyorum; yok gökdelenler, yok çürümüş arka sokaklardaki isyanlar, yok sisteme karşı duran bir grup asi, yok çamlıca'daki füze rampası..

biri beni durdursun
diyorum başka bir şey demiyorum.

uçmuşum o anda gerçekten.. rahmetli bu uçuşuma "resim sevinci" derdi belki de. ama ben biraz da "hayal edebilme sevinci" diyorum. titanyum beyazı katmışsın gecelerime de haberin yok be babam. hayal ediyorum; çünkü yaşadığım dünya hayalimdeki dünya değil, o yüzden kaçış yapıyorum.

tepkili okuyucu: belki şurada bir susturucu vardır?




Tanrı'nın spesyal mönüsü.

Soya Soslu Tecavüzcü Salatası:

1000 gram tecavüzcü ince ince dilimlenir. soğuk cehennem vadilerinde 800 asır bekletildikten sonra itina ile servis yapılır. süsleme amacıyla salatanın ortasına bir adet çocuk tecavüzcüsü dikilebilir.

Yoğurtlu Hırsız Çorbası:

1/2 ton kadar hırsız diklemesine doğranır. kabukları soyulduktan sonra kısık cehennem ateşinde, bekletilme süresi 1000 yılı aşmayacak kadar pişirilir. ardından yoğurt ilave edilir ve afiyetle yenir. sıcakken tüketilmesi önerilmektedir.

Közde Seri Katil:

ilk önce 2 ton kadar seri katil, kılçıkları çıkarılarak ateş üstü dizilir. üzerlerine mazgal bastırıldıktan sonra takriben 1200-1400 asır boyunca seri şekilde kızartılır. tatlandırma amacıyla üzerlerine beşamel sos dökülebilir.

Aperitif Barbar Lokması:

tarihin tozlu raflarından rastgele alınmış bir tutam barbar, çömlekte bolca sulanır. orta derece ateşte 550 sene pişirildikten şerbeti katılır. süsleme maksadıyla tatlı topçuklarının tepelerine kılıç veya mızrak dikilebilir.

afiyet olsun..

Ak sakallı dede, bye bye.

ak sakallı dede gerçek midir? gerçek ise biber nedir? acı denen şey bir yalan mıdır? ya da neden bir kere olsun takım elbise giymez de hep beyaz gecelikler içinde olur? yoksa noel babasızlığımızın dışa vurumunun hayali bir ürünü müdür kendisi?

bu laf salatası midelere oturmadan önce konuya girmek gerek..

dedemiz bazı insanların rüyalarına girer ve onlara doğru yolu gösterirmiş halk arasındaki bir inanca göre. ilginç bir şekilde bu tür rüyaları gördüklerine yürekten inanan tanıdıklarım da olmuştur ve kendileriyle de bu konuyu sıkça konuşmuşluğum vardır.

ve dedemiz yine ilginç bir biçimde nedense 2000’li yıllardan sonra elini eteğini çekmiştir şehir insanlarının ekseriyetle rutin geçen günlük rüyalarından. ama durum köylerde ve küçük yerleşim yerlerinde böyle değildir, en azından bizzat gördüğüm bir iki köyde inin de, cinin de, dedenin de hala görülmekte olduğu anlatılırdı insanlar tarafından.

ve artık ak sakallı dedenin bile sallamadığı, çekip gittiği bir şehirde yaşıyorum sanırım.

bazen de soruyorum kendime.. bu kadar umutsuz, bu kadar batmış; bu kadar kurtarılamaz şehirlerin insanları mıyız?..

resmen karabasanlar kol geziyor etrafımda. yok yere sıkıntılara düşmeler, nedensiz bunalımlar, durduk yerde baş gösteren duygusal travmalar; bilimum bokluk bünyemi sarmış götürmüş durumda. işin acı yanı ise benim gibi daha binlerce insanın olduğundan rahatlıkla emin olabilmem..

günlerden bir gün büyük şehirlerin dile geldiğini düşünüyorum da, vay anam halimize be.. muhtemelen üzerinde yaşayan insanlara esaslı ve koca bir “çektirin gidin ulan” çekerdi. muhtemelen değil, “kesinlikle” çekerdi anasını satayım..

yine de uslu biri olursam belki ak sakallı dedeyi bile görebilirim. umutluyum biraz, o derece yani..


Yatakaltı Müzesi

yahu anlamıyorum ben arkadaş..

bir insan neden ilkokuldan kalma defterinin karton kapağını sırf üzerinde süslenerek işlenmiş bir “5-C” numarası var diye saklama gereği duyar?

ya da neden bir yığın bitmiş; “sözde” tükenmez kalemin evin içinde cirit atmasına neden göz yumar?

bunun sebebini isviçreli bilim adamlarına sorduk.. “biz sizi ararız” dediler..

haklılar biraz da, bir açıklaması olamaz değil mi? bizzat benimdir mesela o obsesif kompülsif eşya biriktirme bozukluğuna sahip olanlardan biri de. size şu anda onlarca birbirinden alakasız nesne çıkarabilirdim çekmecemden, dolabımdan, çantamdan veya kitaplığımdan. hatta biraz kasarsam bir adet tavşan da hortlardı..









ve aklıma hep de kaptan mağara adamı gelir nedense. hatırlayanlarınız vardır, elini postunun altına soktuğunda oradan buzdolabı da çıkarırdı fil de. yatağıma benzetiyorum ben bu çok sevdiğim çizgi kahramanı..

geçen hafta “odamı toplamak” gibi beklenmeyen bir girişimde bulununca hiç aklıma gelmeyecek şeyleri biriktirmiş olduğumu farkettim. yatağımın altı mini bir müze görevi görüyor, saflık içinde geçen ortaokul ve ilkokul yıllarımla günümüz arasında ince bir bağlantı kuruyordu.

aslında en ilginci de hatıra defterimdi. kilidi bile hala üstündeydi; bilirsiniz o kilitleri hani; şu çin malı sahte kilitler. toka soksanız açılırdı.

açtım kurcaladım. şimdi okuyamadığım biçimde kötü yazılmış bir sürü anı satırı vardı. ama istisnasız iki sayfada bir sepet sepet yumurta manisi yazılmıştı, bunu farkettim. “yahu..” dedim. “bir insan hiç mi bakmaz bir önceki sayfaya, aynısı yazılmış mı yazılmamış mı diye..”

oysa ki hatıra defterinin etiğini unutmuşum. bakılmazdı ne önceki ne de sonraki sayfaya..

geçmişe dönüş yaşadım adeta. hatırlarım; dağıtırdım tüm sınıfa, elden ele gezerdi. “benim hakkımda ne düşünüyosanız yazıcaksınız tmam mığ?” derdim. kimisi beni çizmişti o zaman, kimisi de “sana aşık oldum, benimle evlenir misin?” yazmıştı. dumur oldum, sevindim, üzüldüm; hüzünlendim. en önemlisi de çocuklaştım tekrar.

o garip nostalji dalgasına kapıldım..

atmıyorum o defteri şimdi. en sağlam yere sakladım bir iki gün önce. hatta anasını satayım, yırtık defter kapağımı da sakladım tekrar. uhu kullanarak “5-C” yazmıştım; üstüne de bolca pembe sim pulu dökmüştüm. evet benim kıymetlim onlar, atmıyorum hiçbirinissi. defterims..

+kızım iyi misin biri tıslıyo gibime geldi?
-iyiyiss an.. iyiyim anne!
+şu çorapları atıyorum bak haberin olsun.
-dur dur! giyicem onları ilerde.



Coccinella septempunctata

bilim adamlarının çocukluklarını düşünürüm da.. ellerine konan o güzel hayvana böyle mi seslenirlerdi acep..

“uç uç coccinella septempunctata, annem sana terlik pabuç alacak; la la la..”

sonra belli etmeden küçük bir krize girerim bunu düşününce. aniden kendime dönerim ve derince bir oh çekerim. latince kasmaktansa “uğurböcee” veya “uçuç böcee” diyebiliyorum ve kendimi bu konuda sapına kadar da şanslı hissediyorum.

evet; kelebekler kadar zarifler değil mi? ve onlardan aşağı kalır yanları olmayan simetri harikaları..

kendileri, genelde yaz aylarında baş gösterirler piyasada. bahçe, yeşillik, saksılar; herhangi bir yerde bulunabilirler. üzerine basmamak için şekilden şekilde girdiğim saylı böcekgillerdendir ayrıca bu hayvanlar.

güzel oldukları kadar aciz de olurlar bazen.

bu durum, özellikle ters döndüklerinde görülür. gerçekten üzülür ve eğilip derhal yardım ederim. hele ki parktaki yol ortasında çok bulurdum uğur böceklerini bu haldeyken. hemen de tutup kaldırım taşının üzerine koyardım düz bir şekilde. ne yazık ki çoğu zaman yaramaz park çocuklarından biri, orta parmağını kullanarak attığı fiske ile böceği gözden uzak diyarlara fırlatırdı.

çoğu zaman yakalardım o orta parmağı.. avcumun içindeyken bilmem kaç newton basınç uygulayıp parmağı şekilden şekle sokardım. ağlayarak kaçardı eğer bir kız ise. hoş, parmağına işkence uyguladığım kişi erkek olsa da ağlardı, sağlam sıkardım ben. empati bile kurmak istemezdim, o derece..

bazen de elime konardı. kendisini dakikalarca izlerdim, bunu gerçekten çok sevsem de belli etmeden tshirt kolumdan içerideki üsse sızmasını engellerdim. sevgi de bir yere kadardı; fazla içli dışlı olmamak icap ederdi kendisiyle.

ve o son nokta, parmağımın ucu..

sanki engin okyanuslara bakan kayalıklar gibiydi gözümde. özgürlüğüne uçacak, dilediği yere gidecek; dilediği gibi yaşayacak ve yine aynı şekilde istediği yerde ölecekti. bunun sözlük karşılığı özgürlüktü.

uçmazdı ama bu adı “uç uç böceği” olan minik yaratık. hayalleri yarıda kesip kalkış seansına yardım ederdim. sonra o meşhur şarkıyı söylerdim;

“uç uç boceği, annen sana terlik pabuc alacak.. la la la..”

düşünmeden edemezdim “ne alaka bu mani?” diye de..





Dattirivalliye binelim?

isaac newton’u hep suçlamışımdır yer çekimini icat ettiği için..

daha onlu yaşlardaydım yanılmıyorsam. üzerime yeşil renkli bir örgü hırka giyiyordum ve altıma da zeplin-vari şişme bir etek uydurmuştu güzel annem. tabi çocuğuz o zamanlar, annemiz bize ne giydirirse giydirsin onlarla çıkıyoruz sokağa. bazen prenses gibi, bazen de köylü kızı kezban kopyası..

düşündüm de yine, az şebek edilmemişiz be anam.

ama o gün ayaklarımda bir şey yoktu. kıtlıktan filan kesinlikle değildi elbet, elimde her zaman çifte lolipop şekeri ile gezerdim. sürpriz yumurtam da eksik edilmezdi. sadece ayaklarım çıplaktı, çünkü bir çocuk parkındaydım.

ayağımla kumlu zeminden bol bol cam kırığı topladığımı bile farketmiyorum, o derece eğleniyormuşum demek ki. hoş, eğlence dediğim de “kumda define avı” oyunuydu. hayaller büyük tabi, iki kürek sonra bir altın yatağı bulacağım. onları paraya çevirip lolipop fabrikası kurduktan sonra, sokağımdaki dizi kabuk tutmuş kötü çocukları fabrikamda çalştıracağım falan da filan..

“kim tutarmış beni be!” diyorum burada.

derken kolumun tutulduğunu farkediyorum. çocukluk refleksi tabi, hemen dirseğine bakıyorum; kabuk tutmuşsa kötü çocuk, temizse iyi aile çocuğu.. hesap sadece bu işte o zamanlar.

“dattirivalliye binelim.” diyor bana.

tanımıyorum etmiyorum. sanki kumdan çıkıvermiş. suratında meymenetten başka herşey var çocuğun. sümükler ağzında, kafa kel, gözleri fırıldak gibi.. az önce hazine avı için kullandığım küreği, bana tip tip bakan suratının tam ortasına geçiresim geliyor.

yer mi tabi hiç.. yusuflamayla karışık bir çaresizlik evresindeyim..

“binelim.” diye miyavlıyorum.

önce bir süre normal çocuklar gibi aşağı yukarı sallanıyoruz. çocuk gülüyor kötü kötü. ben de saf saf bakıyorum. bir an çocuğun sağ taraftaki arkadaşlarını farkediyorum. onlar da pis şekilde gülüyorlar bana. evet, sonumuzun hayırlı olmayacağı ortada.. bizimkilerse kendi halinde. biri “bak su çıktı” diye bağırıyor, biri de “içelim mi?” diye soruyor. her çocuğun birbirinden aptal olduğu bir park manzarası. ben de dahil..

kısa süre sonra omurgamın darbe üstüne darbe yediğini farkediyorum böyle dalmışken. kötü çocuklar güruhu kahkaha atıyor. benim garaj darmadağın olmuş, ağlayamıyorum ama aval aval bakıyorum; dünya bir aşağı bi yukarı.

sonra güm diye bırakıveriyor dehşet bir ivmeyle en tepe noktadan aşağı beni. dağılıp gidiyor hepsi, kaçıyorlar gülüşerek. ben ise tükürüyorum arkalarından, hepsi gözden kaybolduktan sonra..

işte lise yıllarımda bir fizik dersinde aklıma geldi bunları yaşamış olduğum. olmayacaktı yer çekimi; tahterevallide bunları yaşamayacaktım ben.. hemen defteri açıp bir isaac newton çizdim, üzerine kırmızı kalemle ruj yaptım ve yanına da “666 evil” yazdım..

o zaman ciddi ciddi rahatlamıştım. dengeden eser yokmuş bünyemde o dönemler. peki şimdi var mı? hayır, bu yazının akşamına lolipop yiyor olacağım; hem de çifte çifte.

Şehir yağmurunun duygusal bileşenleri.

yağmur yağdığında bambaşka biri oluveririm nedense. oysa ki çoğu zaman hazırlıksız yakalanırım ona.

genelde günden güne değişir yağmurun üzerimdeki etkisi..

bazı günler çocuklaşıveririm tam anlamıyla. çamaşırlarıma kadar suya ve çamura batmama rağmen otobüs durağının dibine ya da market brandalarının altına sığınmayı tercih etmem, adımlarımı da su birikintilerine dikkat ederek atmam.

bir kuğu gibi, adeta denizin üzerinde yürürüm.

bir zamanlar bunu yapsaydım genelde evde elinde terlikle beni bekleyen bir valide olurdu. şimdiyse oldukça vakur ve görmüş geçirmiş biri kendisi. belki de gitgide yağan şeyin asitten başka bir şey olmadığını öğrendiği için böyledir. hayatında değişen onlarca şeyin aklına gelmesine vesile olduğumu sanarım ne zaman eve “sudan çıkmış balık” modunda dönsem. ve o artık “sobanın önüne gel kızım, üşürsün.” der sadece.

bazen de böylesi neşeli fantezileri kaldıramayacak günümde olurum, böyle de denk gelir yağmur bana. ve ben bazen böyle günlerde ağlarım, evet..

işte tam o an yağmur benim dostum olur, sarar beni; gözyaşlarıma ortak olur ve onları benim için gizler. ve yine o anda yoldaki diğer insanların gözünde sadece “donuna kadar ıslanmış dikkatsiz ve tedbirsizin teki” olurum.

tam da düşünmelerini istediğim gibi düşünürler yağmurun yardımıyla..

geriye de sadece öksürük dolu geçecek birkaç sinir bozucu gün ve iğne vurulmaktan süzgece dönmüş bir hanımcık kalır, değil mi john?

“hıııı!”

biliyor musun, hiç de sevmem her seferinde doktor hanıma “acımıyo ki ehe (ühü)” yalanını sıkmayı.




Terlik geliyor kaçın

birbirinden uzak tutulası iki şeydir anne ile terlik. daha o zamanlar aklıma kazınmıştı modern bir holywood klişesi..

“efendim, bu silah yanlış ellere geçerse bu hepimiz adına bir felaket olur..”

kim inkar edebilirdi ki anneler tarafından fırlatılan o terliklerin istisnasız bir biçimde güdümlü olduğunu? artık ısıya mı, evlat kıçına mı duyarlı dersiniz orasını bilemiyorum.

ama arkadaşlar arasında geçen “nasıl terlik yedim?” temalı muhabbetleri hiç unutmam,

+senin annen ne kullanıyo?
-valla babamın terliğini. seninki?
+benimki tuvalet terliği atıyo.
-ıslanmıyo musun?

o saygıdeğer validemin korkunç planlarının dile gelişini de dün gibi hatırlarım , hala çınlar kulaklarımda;

“kız gel buraya! vurucam ay belim! kime diyom kıpırdama zili! hişt?”

hemen ardından kalçamın tam ortasında bir şok patlaması, pulse gun mübarek.. bir de terlikle etin eşsiz buluşmasının bir meyvesi olan o tok ses ve kanın aniden geri çekilmesi.. sonrası da malum zaten, kanepe üzerine dizlerimi toplayıp oturmuş haldeyim, huşu içinde geçen kaçınılmaz ve rutin bir zonklama evresi yaşıyorum.. aklımda ise tek bir soru;

“allahım ne zaman biticek bu çilebıdıbıdı...”

çocuğum tabi.. dünyanın en büyük dertleri beni bulmuş filan sanıyorum o zamanlar..

yine de küçümsemeyeyim. yemek sofrasında bile oturamıyorduk yahu. vay anam diyordum, zira mağdur bölgeyi 30 derece meyille kaldırıp oturabilirdik anca.

gün aşırı terlik yerdim mütemadiyen..

o değil de, peluş terlikler var; hani şu hayvanat görünümlü yumuşak şeyler. anneler günü için gayet de ideal bir şey. ne de olsa hediye bahane, önlem şahane.

aslında “takunya” mevzusuna da girecektim.. bilirsiniz, hani şu tahta japon terlikleri.

işi zor şu japon çocuklarının..



Martılarla ilişkiler



utanmadan peynir yerdim ben bir zamanlar..

hatta “peynirli” diye aldığım poğaçaların haddi hesabı yoktu. oysa içindeki şey peynirden başka herşeye benzerdi.

daha gün gibi hatırlarım yahu.

eminönü iskelesi’nden kadıköy’e geçmek için bindiğim vapurda çoktan soğumuş bir poğaça taşırdım yanımda daima. artık bir şekilde aklıma kazıdığım o standart desenli pastane kağıtlarından birine sarılmıştı yine. ayazın şiddetine göre içeride ya da dışarıda oturup bir bardak çay ile tüketirdim peynirli poğaçamı.

oysa peynirli değildi hiçbir zaman.

biliyordum, emindim.. çünkü yarısına geldiğimde ısıra ısıra kesit alınmış yüzeye şöyle bir göz atardım. “tadı tuzu peynire benzemeyen şu besinin tadına bir de martılarım baksın.” der atardım denize.

genelde oralı olmazdı martılar, ki anlam veremedim hiçbir zaman şu zamane martılarındaki bu afra tafralara ve lüks yemek merakına. “iskender at alo” diyen martının başrolü oynadığı kabuslarımı mı anlatayım, “bacım peynirsiz tarafından at” dediğini sandığım martıları mı..

tek bir şey vardı aslında o anda.

o “peynir” bile diyemediğim şey üzerine kurgular yaparak geçirdiğim mizah ağırlıklı on-onbeş dakika boyunca, o gün içimde bir kuruntu haline gelmiş olan onlarca detaydan arınır ve rahatlardım bir şekilde.

belki mideme iyi gelmezdi o ekşimik parçası, ama ruhuma iyi geldiği kesindi.

Boğaz köprüsü düz değildir

aynı hayat gibi eğridir.

nedense üzerinden geçerken her daim bir garip olur içim. bazen otobüsün camından giren karadeniz soğuğunun damarıma işlemesi yüzünden, bazen de nice yaşamların boşluğa düştüğü bu taş yapının haşmetinden..

sorarım kendime o anlarda.

kolay mı bu kadar seni geçmişine bağlayan o trabzanı bırakabilmek; hayatın bittiği o karanlık yere düşebilme cesaretini göstermek? işte tam o anda sanki denizdeki onlarca ruhtan biri kalkıp şu cümleleri sarfeder;

“kıçını koyduğun o sıcak otobüste, oturduğun yerden konuşmak ne kadar kolaysa bu da o kadar kolay bacım..”

aniden utanırım kendimden bu gereksiz yargım için. köprünün çıkışına yaklaşmadan önce üstünkörü empati kurmaya başlarım; ailemin, okulumun, işimin, sevdiğimin olmadığı bir panorama. başrolde de, buralarda yeri gelince saçmalayıp yeri gelince içini döken ben..

ne yapardım ben tanrım?

katlanır mıydım hayatın beni sürekli dürtüklemesine; sürekli beni boka batırıp çıkarmasına? yoksa o buz tutmuş trabzanlara elimi attığımda bütün görüş alanım kararmış bir halde korkusuzca ölüme mi atlardım o diğerlerinin de yaptığı gibi?

ya da küçücük bir umutla yaşamaya devam etmek isteyip trabzanların iç tarafına çökerek sabaha kadar ağlar mıydım? belki sigaram eşlik ederdi bu vahim tabloda bana. ve şafak sökerken ilk taksiyi çevirip sıcak evime dönerdim, olur muydu olurdu; belki de geleceğimi planlamaya ve hayatın silahlarını bertaraf etmeye başlardım?

yoksa köprünün kenarından sarkarken aşağı baktığım o soğuk ve sonsuz dakikalarda karanlığın cazibesine mi kapılırdım? o anda belki de hiçliğin çekiciliği beni kollarına alırdı. umutlarımı, geçmişimi ve olası geleceğimi de alıp koynuna girerdim o derin karanlık ve soğuğun.

ama aniden ayakta kalmış yaşlı bir amcayı farkederim ne zaman böyle düşünsem; bu anda “o yaşa kadar nasıl yaşadın be babam..” derim içimden. tembelce kalkar ve yer veririm. hayatıma dair düşüncelere dalma işlemine en yakın cam kenarında devam ederim.

böyle de gider bu..

Hobbitler gibi böyle..

merak ederim bazen, “üçlemeyi bitirdikten sonra benden başka pipo otu’na özenen olmuş mudur?” diye..

ya da kovuklarda süren şu dertsiz tasasız yaşamlara..

yok babam, hayır. bizim meşhur polyanna bile rest çekerdi bunun gibi bir ütopyaya. sürekli mutluluk bu, sıkar mı sıkar. kimse de “sürekli mutluluk” denen şeyi yaşamadığı için aksini ileri süremez, değil mi?

+uzun olduğunuz kadar küstahsınız da..
-bozma yazımı güzel hobbitim.. devam ediyorum;

onlar bu tozpembe hayatlarını sürdürürken gözüme ufak ama sevimli bir nüans takıldı. bu ırk, doğum günlerinde hediye almak yerine hediye veriyordu. bunu ilk okuduğumda oldukça aval ama sevimli bir “ha?” çekmiştim.

akabinde kitabı en yakın masaya koyup derhal bu eğlenceli sosyal davranışı kafamdan kendi hayatıma göre kurguladım.

o an oldukça absürd görüntüler canlanıyordu beynimin içinde. normalde doğum günüme gelmeyen bütün arkadaşlarım kapımın önünde uzun kuyruklar oluşturmuş.. araya, daha önce muhtemelen hiç rastlamadığım birkaç kimliği belirsiz vatandaş falan katılmış böyle.. “hediye alalım, elimiz kolumuz doysun” bakışı var hepsinin de suratında. bir garip panorama ki sormayın.

benim de kafa çalışıyor tabi o anda.

sonra diyorum ki, bu nankör uyanıkların ellerine birer paket tutuşturup evlerine yollayayım. mutlu olsunlar, “hediye aldık” sansınlar. arada benim yırtık donlar da elden çıkmış olur.

(yazar burada iblisçe gülümsüyor.)














"Pardon bağyan siz manikürcü müsünüz?"